Bu yazıda bu kez kulağımızı değil gözümüzü post-punk’ın farklı bir yönüne dönüyoruz. Post-punk kültürünün moda üzerindeki etkisi, grupların sahne kıyafetleri, imajları ve moda ile müzik arasındaki etkileşim, bu yazının odak noktası olacak.
Post-punk’ın modayla ilişkisi karşılıklıydı; her biri, diğerini etkiliyor ve şekillendiriyordu. Müziğin asi ve deneysel doğası, post-punk müzisyenleri ve dinleyicileri tarafından giyilen kıyafetlere de yansıdı. Post-punk sahnesinde moda, kişilerin kendine özgü kimliklerini, duygularını ve bakış açılarını görsel olarak iletmelerine olanak tanıyan güçlü bir kendini ifade etme aracıydı. Bu, genellikle uyumluluğu teşvik eden ana akım moda ile tam bir tezat oluşturuyordu. Bir diğer anlamda, post-punk modası, doğası gereği isyankârdı. Ana akım kültürün cilalı, ticarileşmiş estetiğini daha avangart ve alışılmadık stiller lehine reddetti.
Selin Kir de Underground England’daki yazısında şu sözlere yer veriyor:
“Post-punk modası, 70’lerin sonlarındaki gösterişli aşırılıklara karşı bir tepki olarak ortaya çıktı ve faydayı ön planda tutan minimalist ve işlevsel bir estetiği benimsedi. Hareketin kıyafet tercihleri, androjenlik ve distopik fütürizm karşımından büyük ölçüde etkilenmişti ve bu da hem yıkıcı hem de avangart bir görsel dil yarattı. Siouxsie Sioux ve Robert Smith gibi ikonik figürler, siyah beyaz gardıropları, dramatik makyajları ve keskin saç modelleriyle bu estetiğin simgeleri haline geldiler. Deri, PVC ve yıpranmış kumaşlar, sıkça kullanılan malzemeler arasındaydı ve genellikle yabancılaşma ve içe dönüklük hissini yansıtan bir şekilde birleştiriliyordu. Ana akım modanın gösterişine karşı bu reddediş, tüketimcilik ve kitlesel üretime karşı bir duruşun ifadesiydi ve hareketin derin sosyopolitik dip akıntılarını yansıtıyordu.”
Bu sosyopolitik dip akıntılarını, 1970’lerin sonlarında post-punk’ın doğduğu Briyanta’nın Thatcher dönemindeki bireycilik ve serbest piyasa kapitalizmine yönelen politikasıyla ilişkilendirmek mümkün. Buna karşılık, post-punk sanatçıları ve dinleyicileri “kendin yap” (DIY) etiğini modada da benimsediler ve siyasetin teşvik ettiği tüketimcilik ve ticarileşmeyi reddederek daha erişilebilir ve genellikle ev yapımı kıyafetler ürettiler. Bunun bir diğer önemli yönü de vintage ve ikinci el kıyafetlerin kullanılmasıydı. Bir süre sonra bu yaklaşım, özelleştirilmiş (customized) ve yaratıcı kıyafetler için sonsuz bir olanak sağladı. Post-punk modası, kişisel katılım duygusunu teşvik etti ve seri üretim yerine kendi kıyafet ve aksesuarlarını yaratmaya dayalı, kitle tüketimi (mass consumption) karşıtı bir sembol haline geldi.
Yıllar içinde post-punk sahnesi ile ilişkilendirilen kostüm ve stiller, müziğin kendisi kadar çeşitliydi. Katı bir kıyafet kuralı olmasa da bazı unsurlar post-punk modasıyla eşanlamlı hale geldi. Örneğin, karamsar renklerden, özellikle de müziğin melankolik ve içe dönük temalarını mükemmel bir şekilde yansıtan siyahtan oluşan monokrom bir renk paleti aklımıza ilk gelenlerden.
Post-punk ile ilişkilendirilen ikonik görünümlerden bir diğeri de siyah giysiler, soluk ten ve dramatik makyaj ile karakterize edilen “gotik” tarzdı. Gotik edebiyat ve korku filmlerinden esinlenen bu görünüm, daha sonra emo ve endüstriyel gibi alt kültürleri de etkiledi. Birazdan bu ve benzeri tarzlara sahne kıyafetleri, grup fotoğrafları ve ünlü alt kültür mekanlarından görüntüler üzerinden daha yakından bakacağız. Ancak sözü geçen gotik tarza dair, çok önemli bulduğum bir eleştiriye yer vermek istiyorum. Catherine Spooner, Fashioning Gothic Bodies adlı kitabında, “Bauhaus, The Birthday Party, Siouxsie and the Banshees ve The Sisters of Mercy gibi post-punk grupları tarafından yönlendirilen ‘goth’ stili; punk’ın nihilizmi, fetiş giyimin inatçı cinselliği ve 19. yüzyıl yas kıyafetlerinin mezarlık egzotizmi ile birleştirilerek makabre bir estetik oluşturdu” diye yazıyor (2004, s. 162). Spooner’a göre, “Giysiler ağırlıklı olarak siyahtı, ‘vamp’ makyajı ve memento mori motifleriyle tamamlanmıştı”. Bu estetiği tam olarak yakalamak, siyah ve beyazın somutlanmış bir kontrastını, metodik olarak siyah kıyafetler ve beyaz ten şeklinde ortaya çıkan bir yapıyı gerektiriyordu. Bu nedenle de, beyaz olmayanlar (siyahlar, yerliler, kahverengi tenliler, vb.) için, post-punk’ın olması gerekeninin aksine dışlayıcı bir manzara yaratmıyor muydu? Aynı soruyu, Richard T. Rodríguez de A Kiss Across the Ocean: Transatlantic Intimacies of British Post-Punk & US Latinidad kitabında şu şekilde soruyor: “Peki, ırk dikkate alındığında ve sanki canlı canlı gömülmemiş gibi olduğunda ne olur?” Konfor bozan, bunu yaptığı için de kafa açıcı olan bu soruyu, bir süre zihnimizde dönmesi ve post-punk müziğin etrafında oluşturduğumuz görsel tarzları belirlerken bizi her daim dürtmesi için burada tutalım.
“Sıradan İnsanlar”
Zoo Records’ın kurucularından ve Echo & the Bannymen’in menajeri Bill Drummond, Simon Reynolds’ın Totally Wired: Postpunk Interviews and Overviews adlı kitabındaki röportajında şöyle diyor (2010, s. 91):
Reynolds: Bunnymen, Joy Division’a akın eden aynı kitleyle özdeşleşti: gri paltolar giymiş, endişe dolu genç erkekler. Bu, grubun uzaklaşmak istediği bir şey mi oldu? Bu kasvetli rock etiketinden bahsediyorum. Oysa The Cure, bir süreliğine de olsa, “Faith” ve “Pornography” albümleriyle bunu kucakladı.
Drummond: The Cure her zaman gotikti, oysa Bunnymen ve Joy Division asla gotik olmadı. Saçlarını boyamayı veya tümüyle siyah bir şey giymeyi asla düşünmezlerdi. Kendilerini her zaman sıradan insanlar olarak görürlerdi. Bunnymen ile bir pub’a gittiğinizde, bir bardak bitter veya bir bardak mild içilirdi. Daha fazlası değil!



Joy Division, Echo & the Bunnymen, The Chameleons ve aynı dönemden birkaç grubun daha hem günlük kıyafetleri hem sahne kostümlerinden oluşan moda stilleri; minimalizm, isyan ve ana akım moda normlarının reddi gibi ortak temaları paylaşmalarına rağmen, her biri post-punk müziğe benzersiz yaklaşımlarını yansıtıyordu. Örneğin, Joy Division’ın modası, keskin sadeliğiyle dikkat çekiyordu. Grup üyeleri genellikle, müziklerinin kasvetli, içe dönük doğasını yansıtan sade, koyu renkli giysiler giyiyordu. Kıyafet seçimleri genellikle işlevseldi; düğmeli gömlekler, trençkotlar ve basit pantolonlar gibi öğeler içeriyordu. Bunlar, grubun ortaya çıktığı Manchester’ın kasvetli ve endüstriyel atmosferiyle uyumluydu. Joy Division, kendilerini müzik endüstrisinin de gösterişli ve ticarileşmiş yönlerinden uzak tutma arzularının bir yansıması olarak kasıtlı olarak gösterişsiz ve abartısızdı. Görünüşleri tam anlamıyla anti-modaydı ve stil yerine özü vurguluyordu.


Echo & the Bunnymen’in modası, Joy Division’a kıyasla daha rahat ve biraz daha bohemdi. Vintage ve çağdaş kıyafetlerin bir karışımıyla şık ama rahat bir görünümü tercih ettiler. Sahne kostümleri genellikle büyük boy paltolar, eşarplar ve bol gömlekler gibi katmanlı kıyafetler içeriyordu. Bu onlara daha saykodelik ve atmosferik sound’larıyla uyumlu dokularla hafif eklektik bir görünüm kazandırdı. Grubun solisti Ian McCulloch, imzası haline gelen dağınık saçları ve genellikle trençkot ve koyu renk güneş gözlükleri içeren, sahne kişiliğine gizemli ve soğuk bir dokunuş katan gardırobuyla tanınıyordu. Pek çok post-punk grubu gibi Echo & the Bunnymen de daha koyu renkleri tercih ediyordu, ancak bazen toprak tonları ve abartısız desenleri bir araya getirerek karamsar estetiklerini biraz daha ulaşılabilir kılıyordu.


Karanlık ve Romantik
The Cure ve Siouxsie and the Banshees başta olmak üzere gotik ve post-punk alt kültürlerinde derin etkilere sahip grupların her biri, farklı unsurlara sahip olsa da akla gelen birkaç temel özellikleri vardı. The Cure’un tarzı genellikle karanlık ve romantik bir estetikle karakterize edilirken grubun solisti Robert Smith’in imzası niteliğindeki görünümü – vahşi ve kabarık siyah saçlar, yoğun siyah göz kalemi, lekeli kırmızı ruj ve soluk, neredeyse hayalet gibi bir ten – gotik alt kültürünün simgesi haline geldi. Grup, ilk dönemlerinden farklı olarak genellikle bol siyah gömlekler, bol pantolonlar ve uzun, dökümlü paltolar gibi büyük boy, bazen de dağınık kıyafet giyiyordu. Bunlar, renk paleti açısından minimalist ama sunum aşısından dramatikti. Aşırı süslü olmaktan ziyade duygusal bir atmosfer yaratmaya odaklanıyordu.



Punk-Gotik Füzyonu
Siouxsie and the Banshees’in solisti Siouxsie Sioux, punk öğelerini gotik duyarlılıklarla harmanlayan, kendi başına bir stil ikonuydu. Görünüşü genellikle esaretten ilham alan kıyafetler – deri, file çoraplar ve leopar baskısı gibi cesur desenlerin bir karışımını – içeriyordu. Daha belirgin olarak Siouxsie’nin modasında, sık sık yüksek yakalar, korseler ve Viktorya döneminden esinlenen elbiseler gibi gotik romantizmi güç ve meydan okuma duygusuyla birleştiren özenli, yapılandırılmış kıyafetler de yer alıyordu. Yanı sıra, Siouxsie’nin kalın eyeliner, dramatik ve kemerli kaşlarla cesur, geometrik bir göz makyajı vardı (Bu göz makyajı, şimdilerde trad goth’ların da vazgeçilmezi olmaya devam ediyor). Koyu veya kırmızı rujla tamamlanan makyajı; yoğun, teatral bir görünüm veriyordu.

Robert Smith ve Siouxsie Sioux’nun sahne stillerinde ortaklaştığı bir diğer noktanın, cinsiyet normlarına meydan okumaları olduğunu söylemek de mümkün. Post-punk modası, genel manada androjenliği kucaklamayı, geleneksel toplumsal cinsiyet normlarına ve stereotiplerine heyecan verici şekillerde meydan okumayı da kapsıyordu. Hem sanatçılar hem de dinleyiciler, eril ve dişil kıyafetler ve unsurlar arasındaki çizgileri bulanıklaştırdılar, böylece daha kapsayıcı ve akışkan bir cinsiyet anlayışı yarattılar. Heteronormatif olmayan cinsellikleri keşfetmek ve ifade etmek için modayı bir yol olarak kullandılar ve queer estetiği benimsediler. Örneğin, Sioux’nun takım elbiseleri, bazen basic bir tişört üzerine taktığı kravat ve büyük boy ceketleri, diğer erkek gruplarında ciddiyet ve maskulenlik ile örtüştürülen unsurları tepetaklak etti. Ancak bu konuda belki de hakkı en çok teslim edilmesi gerekenlerden biri, 1980’lerin önde gelen new wave ve synthpop ikililerinden Soft Cell’in solisti Marc Almond’dı. Soft Cell’in yükselişi, ondan sonra gelen birçok queer post-punk sanatçısına sahneyi hazırlamada önemli bir rol oynadı. Almond da bu rolünü hiç alçakgönüllü olmadan kabul ediyor: “… Onlar da engelleri yıkmak için ellerinden geleni yaptılar ama ben kesinlikle yolu açtım. O zaman tepki aldım ve bugün de hâlâ alıyorum. Birçok genç erkeği, bileklik takan, eyeliner süren insanlara dönüştürdüğüm için asla tam anlamıyla affedilmedim. Kamuoyunun nefret ettiği o iğrenç şeye sahiptim – bir cinselliğim vardı.”
Özetle, moda, post-punk sahnesinin sadece bir aksesuarı değil, aynı zamanda kimliğinin ve ethos’unun temel bir bileşeniydi. Post-punk modası, dinleyicileri arasında çoğu durumunda (yukarıdaki “ırk” yorumunu unutmadan) bir tür topluluk ve aidiyet duygusu yaratmış olması bir yana, kendisinden sonra gelen pek çok alt kültürü de etkiledi.
Post-punk döneminin modası, günümüz modası üzerinde de kalıcı bir etki bıraktı. Günümüzde tasarımcıları ve müzisyenleri etkilemeye devam eden bir tarzdan bahsediyoruz. Hem sahnede hem toplulukta, post-punk hareketinin moda (yer yer anti-moda) anlayışının hâlâ ne kadar geçerli olduğunu gösteren ve buna uygun stillere sahip çok sayıda isim var. Ancak ne yazık ki, post-punk öğeleri, içinde bulunduğumuz kullan-at giyim yaklaşımı ve kitle tüketiminden nemalanan zincir mağazalardan paçayı kurtaramadı. Joy Division, The Cure ve Bauhaus gibi gruplar, neredeyse tek kullanımlık kalitede kumaşlar kullanan, ucuz emek gücünü sömüren, fabrikaları gelişmemiş ülkelerde yok edici iklim krizlerine sebep olan büyük markaların malzemesi haline geldi. Ve inanın, bu mesele, “müziğini dinlemeden grup tişörtü giyen” kitle sorunundan çok daha büyük bir konu olarak karşımızda duruyor.
Post-Punk Konserine Giderken Ne Giyilir?
Bunun cevabını, İngiltere’nin güneyindeki gotik ve post-punk alt kültürlerinin doğum yeri olarak kabul edilen ve müdavimleri arasında Nick Cave, Robert Smith, Siouxsie Sioux, Steven Severin, Marc Almond ve daha pek çok sanatçının olduğu Batcave gece kulübü veriyor: “Batcavers tarzının ‘kendin yap’ dinamiği, nihayet, ergenliğe damgasını vuran uyum sağlama ve öne çıkma arasındaki gerilimi ve bunun yanı sıra karanlık dürtülerini uzlaştırdı. … Genç kabileler arasında çizilen savaş çizgilerinin aksine, neye benzediğiniz gerçekten önemli değildi: kulüp açık kapı politikasıyla işliyordu ve gündelik olandan farkını belirtmek için bir alan arayan herkesi memnuniyetle karşılıyordu.”
Daha kısa cevap ise, “İstediğini giy ama kendin ol” olabilir belki. Benim kişisel tercihim ise genellikle, konserine gittiğim grupların resmi sayfalarında sattığı grup tişörtleri oluyor. Sömürüsüz bir dünya hayaliyle…







