Bu aralar, Joshua Heter ve Richard Greene’in derlediği ve Temmuz 2024’te Carus Books tarafından yayımlanan Post-Punk and Philosophy: Rip It Up and Think Again adlı kitabı okuyorum. Aynı zamanda tutkulu post-punk hayranları olan filozoflar tarafından yazılmış 24 makaleden oluşan bu derleme, post-punk dünyasına felsefe merceğinden derinlemesine bakıyor. Post-Punk and Philosophy‘nin hem müzikseverler hem düşünürler hem de post-punk’ın kültürel ve felsefi boyutları hakkında yeni bakış açıları arayanlar için mutlaka okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Candace Miranda ve Walter Barta tarafından yazılan ve başlığı “Post-Punk’ın Melankolik Melodisi” olarak çevrilebilecek metin, kitabın ilk makalesi. Miranda ve Barta; melankoli, kızgınlık ve umutsuzluk gibi temalara odaklanarak post-punk müziğin duygusal ve felsefi temellerini araştırıyor. Bu ruh hallerini uzun bir entelektüel ve sanatsal gelenek içinde konumlandırarak post-punk sanatçıları ile Romantik şairler ve Kierkegaard, Nietzsche ve Scheler gibi filozoflar arasındaki bağlantıları vurguluyor.
Ben de bu yazıda, sözü geçen makaleden yola çıkarak post-punk’ın melankolisinin kimi felsefi ve entelektüel geleneklerle nasıl iç içe olduğuna kısaca değineceğim.
Klasik Felsefe ve Sanattan Modernizme Melankoli ve Post-Punk
Sanatta melankolinin felsefi ve entelektüel kökleri antik çağlara kadar uzanır. Ancak bunlar çağlar boyunca evrilerek modern ve çağdaş akımlarda yeni boyutlar kazanmıştır. Bu derin tarihsel ve entelektüel gelenekler, post-punk müzikte 20. yüzyıl sonu yaşamın hayal kırıklığını ve varoluşsal endişesini yansıtacak şekilde yeniden yorumlanmıştır. Bu müzik türünün yabancılaşma, iç kargaşa ve umutsuzluk temaları, bu eski melankoli kavramlarının bir uzantısı olarak görülebilir – ancak genellikle daha distopik bir mercekle.
Klasik felsefede melankoli dört huydan biri olarak görülmüş, toprak elementiyle ilişkilendirilmiş ve içe dönük ya da çekingen olma gibi kişilik özellikleriyle ilişkilendirilmiştir. Aristo gibi figürler “melankolik mizaç” üzerine spekülasyonlar yapmış ve birçok yaratıcı ve entelektüel insanın melankoliye eğilimli olduğunu öne sürmüştür. Rönesans dönemi bu kavramı daha da romantikleştirerek melankoliyi deha ile ilişkilendirmiştir. Örneğin, Alman Rönesans ustası Albrecht Dürer, Melencolia I (1514) adlı gravürü ile, derin bir iç hüzün ve varoluşsal bir düşünme duygusuyla boğuşan yaratıcı bir birey fikrini yakalamıştır.

Melankoliyi yaratıcı ama ıstıraplı bir ruh hali olarak ele alan bu klasik ve Rönesans görüşü, post-punk ethosuyla pekala birlikte düşünülebilir. Miranda ve Barta da makalelerinde, Ian Curtis gibi post-punk müzisyenlerinin müziklerinde kişisel mücadele, yaratıcılık ve iç çatışma temalarını keşfederek bu entelektüel gelenekten nasıl yararlandıklarını vurguluyor. Örneğin Curtis’in şarkı sözleri genellikle modern bir melankoli duygusunu yansıtıyor. Bu melankoli sadece kişisel değil, aynı zamanda endüstriyel gerileme, siyasi istikrarsızlık ve varoluşsal korku gibi daha büyük toplumsal sorunlar tarafından şekillendiriliyor.
19. yüzyıla gelindiğinde Romantizm, varoluşun ezici doğasına bir tepki olarak melankoliye daha fazla odaklanmıştır. Burada melankoli, genellikle yücelik (sublime) kavramıyla, yani dünyanın enginliği karşısında duyulan huşu ve dehşet hissiyle, iç içe geçmiştir. Caspar David Friedrich gibi sanatçılar, bireylerin doğadaki melankolik izolasyonunu yakalayarak toplumdan yabancılaşma duygularını sembolize etmiştir. Bu yabancılaşma duygusu post-punk için çok önemlidir, çünkü bu tür sıklıkla kopukluk ve kayıp duygularını yansıtır. İlk post-punk grupları izolasyon ve kopukluk temalarını sıklıkla, ancak kentsel ve endüstriyel bağlamda kullanır. Bu klasik müzisyenlerin kökleri doğada değil, sanki hem kendine hem de topluma yabancılaşmanın temel bir duygusal tema olduğu post-endüstriyel şehirlerin katı gerçeklerinde yatıyordur.

Caspar David Friedrich, 1818
20. yüzyılda Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi varoluşçu düşünürler melankoliyi anlamak için yeni felsefi çerçeveler sunmuştur. Varoluşçular için melankoli; saçmalık, yabancılaşma ve anlamsız bir dünyada anlam arayışı duygularıyla karakterize edilen insanlık durumuyla bağlantılıydı. The Fall’un söz yazarı ve vokalisti Mark E. Smith de benzer şekilde varoluşsal fikirlerle ilgilenmiş, modern hayatı parçalanmış ve net bir anlamdan yoksun olarak tasvir etmiştir. The Fall’un genellikle pürüzlü ve uyumsuz müzikleri, bireylerin bürokratik, sanayileşmiş ve kişisel olmayan ortamlarda sıkışıp kaldığı bir dünyayı yansıtıyordu. Bu modern melankoli duygusu genel olarak post-punk’ın minimalist, tekrarlayan müzik kullanımı yoluyla ifade edilir ve modern varoluşun monoton ve baskıcı yönlerini açığa çıkarır.
Modernizm bağlamında melankoli, özellikle I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında, modernitenin kendisiyle ilgili bir hayal kırıklığını yansıtmaya başladı. T.S. Eliot ve Virginia Woolf gibi yazarlar metinlerinde, geleneksel anlam yapılarının çöktüğü parçalanmış, çürüyen bir dünyayı tasvir ettiler. Bu modernist hayal kırıklığı, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başındaki kentsel çürüme ve siyasi istikrarsızlığı yansıtan gruplarla post-punk’ta da kendine yer buldu. Örneğin, Gang of Four gibi post-punk müzisyenlerinin kapitalizmin ve kitlesel tüketimciliğin yabancılaştırıcı etkisini eleştirerek bu modernist gelenekle etkileşime girdiği söylenebilir. Gang of Four’un “At Home He’s a Tourist” parçası, metalaşmanın ve modern hayatın bürokratik doğasının getirdiği hissizliği ve duygusal kopuşu yansıtmaktadır. Aynı şekilde, The Fall’un “Totally Wired” parçası, modern yaşamdan bunalmış olmanın kaotik, neredeyse çılgınca duygularına yer verir. Bu şekilde, post-punk hem kişisel hem de toplumsal melankolinin bir ifadesi haline gelir; hayal kırıklığının yalnızca içsel bir durum değil, aynı zamanda baskıcı dış koşulların bir ürünü olduğunu vurgular.
Post-punk’ta melankoli kavramı üzerindeki bir başka entelektüel etkinin psikanalizden de kaynaklandığı söylenebilir. Sigmund Freud ve Carl Jung gibi düşünürler, bilinçdışının depresyon ve melankoli de dahil olmak üzere insan duygularını şekillendirmedeki rolünü araştırmıştır. Freud’un yas ve melankoli teorisi, işlenmemiş keder veya kaybın kalıcı bir üzüntü hali olarak ortaya çıkabileceğini ve bunun da kendini yok etme olarak içe dönebileceğini öne sürmüştür. Bu içe dönük melankoli kavramı, post-punk şarkı sözlerinin kendini yansıtan ve genellikle kendini yok eden eğilimleriyle paralel düşünülebilir. Yine Ian Curtis’in Joy Division’ın müziğine de yansıyan epilepsi ve depresyonla mücadelesi, post-punk sanatçılarının melankolinin bu daha derin, psikolojik biçimleriyle nasıl uğraştığının örneğidir. Birçok post-punk şarkısının tekrarlayan, döngüsel doğası, bireylerin umutsuzluk ve iç gözlem döngülerine hapsolduğu ve kendi zihinlerinden kaçamadığı melankolinin karakteristik saplantılı düşünce kalıplarını taklit eder. Buradan yola çıkarak post-punk gruplarının bu duyguları ifade etmek için hangi müzik tekniklerini kullandıklarına da kısaca bir göz atalım.
Post-punk grupları genellikle minimalist ve atmosferik ses manzaraları kullanarak melankoli duygusunu aktarmıştır. Joy Division’ın müziğinde seyrek, yankılanan gitarların ve karamsar, yavaş tempoların kullanılması, bu melankoli atmosferine katkıda bulunur. Buna verilecek en iyi örnekler, “Atmosphere” ve “New Dawn Fades” gibi ikonik parçalar olabilir.
Uyumsuzluk, tekrarlayan motifler ve alışılmadık şarkı yapılarının kullanımı post-punk’ın sound’unun diğer karakteristik özellikleridir. Bu özelliklere daha detaylı olarak ilk post-punk yazılarında yer vermiştim. Örneğin, Public Image Ltd. (PiL), “Death Disco” adlı şarkısında, bir yerinden edilme ve hayal kırıklığı hissi yaratmak için dub-etkili bas hatları ve atonal gitar sesleri kullanır. Sese yönelik bu deneysel yaklaşım, post-punk gruplarının basit bir öfkenin ötesine geçen duyguları ifade etmesine, dünyayla ilgili daha derin, daha varoluşsal hayal kırıklığı duygularına değinmesine olanak sağlar.
Özetle, melankolinin yaratıcılıkla klasik ilişkisinden modernitenin anlamsızlığı karşısında varoluşçu umutsuzluğa kadar, post-punk hüzün ve yabancılaşmanın uzun süredir devam eden araştırmasını ileriye taşıdı. Ancak bunu yeni bir bağlamda, 20. yüzyılın sonlarının siyasi, sosyal ve ekonomik gerçekleri tarafından tanımlanan bir bağlamda yaptı. Post-punk müzik; lirik temaları, minimalist ses manzaraları ve deneysel yapıları aracılığıyla, geleneksel melankoli kavramlarını yeniden yorumlayarak endüstriyel toplum eleştirisi, politik hayal kırıklığı ve kişisel yabancılaşmayı harmanladı. Böylece, kendi kuşağının karmaşık duygusal durumlarını yakalayarak zamanının hem kişisel hem de kolektif melankolisini yarattı.




