Kargalar, 16 yıl aradan sonra “Dünyanın Sonundan Manzaralar” ile geri döndü! 

Post-punk sahnesinin özgün isimlerinden Nugo Sebil’in 2006 yılında Barışarock’ta yer alan Annwn, sonradan değişen ismiyle Sendrom grubu için yaptığı örnek çalışmalarından oluşan ve daha sonra tek kişilik bir projeye dönüşen Kargalar, bir daha gelmez denilen ama yakın takipçilerinin merak ve sabırsızlıkla beklediği yeni albümünü 18 Ekim 2024’te Tamar Records etiketiyle dinleyicilerle buluşturdu. 

Çok yönlü müzisyen Nugo Sebil, bu albümde hem vokal ve geri vokal hem de bas gitar performanslarıyla öne çıkarken albümün tüm aranjman, miks ve mastering süreçlerini de üstlenerek prodüksiyonun tamamına imzasını attı. Albümün görsel tasarımında ise Simge Çırak’ın sanat yönetmenliği ön planda. Albüm kapağı Simge Çırak’ın yaratıcı dokunuşlarıyla şekillendi ve albümün distopik temasını görsel olarak tamamladı. 

Nugo Sebil ile Kargalar’ın sound’unu, düşünsel yolculuğunu ve “Dünyanın Sonundan Manzaralar”da yer alan 8 şarkının tamamını müzik, edebiyat, kart oyunları, felsefe ve psikoloji evrenlerine referanslarla uzun uzun konuştuk. Kargalar’a bu keyifli söyleşi aracılığıyla yeni albümünün heyecanını benimle de paylaştığı için çok teşekkür ederim. 

Şimdi, “Dünyanın Sonundan Manzaralar” arkada çalmaya devam ederken söyleşimize başlayalım. 

Kara Kadans’ta müziği ve mesajı post-punk kategorisine giren isimlerle söyleşiler yapıyorum. Kargalar da, benim gözümde, post-punk’ı karanlık ve atmosferik temalarla harmanlayan tek kişilik benzersiz bir proje. Ancak söyleşi yaptığım isimler, bu etiketlere her zaman yakın hissetmeyebiliyor ya da bunlarla sınırlı kalmak istemeyebiliyor. Sen, hem Kargalar’ı bilen hem de müziğine aşina olmayan okuyucular için Kargalar’ın sound’unu ve arkasındaki yaratıcı vizyonu nasıl tanımlarsın?

Benzersiz olması normal, çünkü arkaik. Türkiye’de post punk’ın ilk örneklerinden biri. Ben bir gotik metal grubu için hazırlamıştım ilk parçaları, tabii o zaman daha darkwave’i duyan bilen yoktu. Yerel müzik biraz birbirine bakıp ilham alarak gelişen bir şey. Benim müziğim o karşılıklı ilhamlaşmanın biraz dışında kaldı, kısır bir tohum oldu açıkçası. O yüzden genelden farklı bir hali olması normal.

Şimdi 2 albüm arasında 16 yıl olunca, bir de o arada bu janrın çok uzağında işler de yaptım, bu yeni albüm hakkında bir iki şey söylesem daha doğru olur sanırım. Albümü kurgularken bir Word dokümanı açıp satır satır şunları yazmıştım: “lo-fi / post punk / doom / çift bass hook”. Evet, Kumadam’da asla yapmayacağım bir şey o, estetik açıdan sınırlandırmak istemem onu kesinlikle ama Kargalar için çerçevenin daha güçlü, daha köşeli olmasını istedim. İlk şarkının pilot haliyle birlikte sound denemelerine başladım ve “brutalist” adıyla kaydettiğim bas tonu, sonunda albümün ana öğesi oldu. Albüm boyunca da gitara hiç gerek duymadım; o çiğ, beton gibi sert bas tonu her şeyi taşımaya yetti. Yani post-punk’a, bırakın yakın hissetmemeyi, tam olarak kitabın ortasından dalıyordum ve ne yaptığımın da son derece farkındaydım.

Eski bir röportajında Kargalar’ın aslında hiç var olmadığını söylüyor ama “hayat spiralinde aynı yere daha derin bir anlayışla ulaştığın bir gün belki var olacağına” dair umutlarından da bahsediyordun. Şimdi, 16 yıl aradan sonra Kargalar’ın yeni albümüyle o günün geldiğini söyleyebilir miyiz? Kendini ve “Dünyanın Sonundan Manzaralar”ı, sözünü ettiğin hayat spiralinde nerede görüyorsun? Bir müzisyen olarak, başladığından bu yana Kargalar’ın nasıl geliştiğini düşünüyorsun?

Galiba söyleyebiliriz. Ya çok ilginç, Cure da 16 yıl aradan sonra parça çıkardı. Evanescence, Linkin Park falan geri döndü. Yine teknoloji hisseleri, finansal bunalım falan, bayağı 2008’e döndük zaten. İşin şakası bir yana, Kargalar galiba sonunda var oldu. Hayat spiralinde aynı yere dönmek çok ciddi bir iddia tabii, ben bir daha buraya gelmem diye düşündüğüm için öyle söylemiştim sanırım. Hayat çünkü akıp gidiyor, bir yere döndüğü yok. Ben de açıkçası bir yere dönmedim, ben yeni bir şey yaptım, çok eski bir şeyi yeniden sevdim, ona devam ettim ama yeni bir şey yaptım. Doğrusunu istersen, benim için bu, Kargalar’ın ilk albümü gibi.

Söyleşilerde yaratıcı süreçleri mutlaka soruyorum, sanatçının var ediş sürecine anahtar deliğinden bakmak gibi olsa da öğretici bir yanı var. “Dünyanın Sonundan Manzaralar” son derece atmosferik bir albüm. Müzik yazarken ve üretirken hangi araçları, enstrümanları, yazılımları veya yöntemleri kullanıyorsun? Sözlerle mi, melodilerle mi yoksa başka bir şeyle mi başlıyorsun? Bize üretim sürecinin teknik ve metodolojik yönünden biraz bahsedebilir misin?

İşin teknik kısmını uzun uzun anlatmak biraz sıkıcı olabilir. Ben kayıt ve besteleme sürecini birlikte yürütüyorum, özetle böyle söyleyebilirim. Şarkıyı şarkı yapan asıl şeyler de pek teknik şeyler değil, daha şahsi şeyler. Onları soracak olursan, bende daha çok görsel olarak başlıyor iş. Yani bu bir renk olabilir, doku ve ışık olabilir, bir resim veya bir sahne olabilir… Mesela bu albümün şu anki kapağı, albümdeki şarkıların neredeyse tamamından önce geldi. Önce bununla başladım.

Kapak resmi: Simge Çırak Yıldırım

Yeni albümde 8 parça var. O kadar yıl yolunu gözledikten sonra, senin de izninle, her biri hakkında uzun uzun konuşmak istiyorum. Buradan itibaren sorularımı, albümü dinlerken başta sözlerden yaptığım çıkarımlar ve genel olarak hissetiklerim etrafında soracağım. 

Albüm, Soğuk Bedenler ile açılıyor. Şarkı, baştan sona “soğuk bedenler” ve “sıcak niyetler” arasındaki çarpıcı bir karşıtlıkla dolu. Bu bende duygusal mesafe, aşk ve kayıp arasında gerilim, “yerin altı” ve “bilinçaltı” gibi farklı sembollerle beden ve ruh ya da aşıklar arasında bir kopukluk hissi uyandırıyor. Bunun yanında, uyanmaya yapılan atıflar bir aydınlanma yolculuğunu ya da rüya benzeri bir durumdan kaçışı akla getiriyor. Şarkının ilişkilerdeki hayal kırıklığını mı yoksa daha geniş bir duygusal uyanışı mı yansıttığını merak ediyorum.

İkisi de. Bir dönem var aklımda, o dönemin anıları Bir Rüyaya Ağıt filminden sahneler sanki. Televizyonda tuhaf bir müzik eşliğinde dönüp duran hipnotik daireler var, buz gibi; ölüm gibi bir hâldeyiz, bomboş bakıyoruz, yan yanayız ama kavuşamıyoruz. İkimiz de kendi zihnimize hapsolmuş halde giderek vahşileşen hülyalarla boğuşuyoruz. Kadıköy’ün izbesinde yazılıp atılmış berbat bir yeraltı edebiyatı hikayesi gibi… Çok uzak bir zamandan bir anı. Uyanış bu çukurdan çıkışı anlatıyor işte, bu ilişkiden hatta, bu semtten ve bu lanetli camiadan. 

Sahir, hem büyü hem de kaos üzerinde kontrolü olan karanlık, neredeyse mistik bir figürü çağrıştırıyor. “Cebinde bin türlü sihir var” dizesi hem korkulan hem de saygı duyulan bir karaktere işaret ediyor. Şarkıda bir tehlike ve manipülasyon hissi de var, özellikle de “Kaç” çağrısıyla, sanki dinleyiciyi kaçması için uyarıyormuşsun gibi. Aklıma da biri gelmiyor değil… Sahir içsel bir şeytanı mı, manipülatif bir kişiyi mi, yoksa güç veya kontrol gibi daha soyut bir şeyi mi temsil ediyor? Sen sahir figürini nasıl yorumluyorsun? Bu, dışsal bir tehdit mi yoksa içsel bir mücadele mi? 

Sahir gerçek bir kişi. Soruyu sorduğun bağlamda evet, daha ziyade bu bir içsel mücadele ama bu şarkı özelinde konuşacak olursak ben dışsal bir tehditten bahsediyorum. Hatta gerçekten tanıdığım birini anlatıyorum. Bu şahıs “dost”larına onların başta hiç de ihtiyaç duymadığı karşılıksız hediyeler dağıtıyor. O hediyeler bir ihtiyaca dönüştükçe sahirin kendisi de bir ihtiyaca dönüşüyor çünkü o sihrin tek kaynağı o. Sahir başta bir figüran gibi görünüyor ama ilk şarkıdaki o tabutun en önemli mimarı o. Ne zaman bir anısını anlatsa oradaki dostlara sonradan ne olduğu muamma. Ne zaman ortaya çıksa tekinsiz bir kalabalık etrafını sarıyor bir şekilde. Ne zaman masasını kursa etrafında tuhaf bir çember oluşuyor, başka şartlarda asla bir araya gelmeyecek figürler sırasını bekliyor. Bu söylediklerim size birini çağrıştırıyorsa, o kişiden sadece kaçın. Çünkü aynen senin de söylediğin gibi, o evrensel bir korku figürü aynı zamanda. O şeytan. Milyonlarca yüzü olan bir manipülatör. Profesör Tolkien güç yüzüklerinin yapılış öyküsünü kaleme alırken kendi evreninin mutlak kötüsü olan Sauron’u da böyle anlatır mesela; Sauron tüm halkların boynuna geçireceği zincirin halkaları olarak planladığı güç yüzüklerini yapmak üzere ilk önce elflere Annatar ismiyle görünür. Bu ismi elfler ona vermişlerdir, kendi dillerinde “hediyeler veren” anlamına gelir.

Ruh Kafeste, hapsedilmişliğin ve özgürlük mücadelesinin canlı bir resmini çiziyor. Kurtulmaya yönelik tekrarlar kaçış özlemini pekiştiriyor, ancak gerçek özgürlüğe ulaşmanın zor olduğu hissi de var. Bir yük olarak kalp metaforu duygusal ağırlığa işaret ediyor. Bunu özellikle Sahir‘in hemen ardından dinlediğim için merak ediyorum. Parçadaki duygusal ağırlık elbette evrensel bir insan deneyimi ama buradaki metaforları daha geniş toplumsal meselelerle nasıl yorumluyorsun?

İnan o kadar güzel tahlil ediyorsun ki, üzerine söyleyecek bir şeyim kalmıyor. Dede gibi konuşmak istemiyorum ama dünya sanki giderek insan olmaya daha elverişsiz bir hâl alıyormuş gibi geliyor. Gerçek özgürlüğe ulaşmanın zor olduğu hissi var demiştin; hayır, imkansız olduğu gibi daha çok burada. Kaçacak bir yer kalmamış gibi. Bronski Beat’in Junk şarkısında vardı bu kaçamayış hali, tam çevirisi olmasa da şöyle şeyler söylüyordu şarkıda: “Sokağa çıkamaz artık, orası çöplük / Odasında saklanacağını sanır ama odası çöplük / Televizyonu açar, televizyon çöplük / Gece hayatına döner, gece hayatı çöplük / Çöplük onun bulacağı her şey / Çöp müzik, çöp dans, çöpe bağımlı zombiler meydanda.” Aynı duyguları paylaşıyorum Bronski Beat ile ve bu şartlar altında, kendi kafanın içinde bile kaçacak yer olmadığında özgürlüğe en çok benzeyen şey de, hani nasıl diyeyim, “ruh kafeste durmaz uçar, dostlar beni hatırlasın”.

Nugo Sebil. Fotoğraf: İsa Çakır

Lanetli Sular‘da, son ve kadersel bir buluşmaya davet ediliyoruz. Şarkının imgeleri kayıp ve kaçınılmaz bir sonun kabullenilmesi temalarıyla yüklü. “Son bir kez yürü benimle” ve “Unut beni, elveda” dizeleri, sanki iki ruh sonsuza dek ayrılıyormuş gibi güçlü bir kapanış duygusu uyandırıyor. Bu anlamıyla, neredeyse mitolojik, sembolik anlatılarla dolu bir parça. Öte yandan, “Gönlün Ay’da, gözün kaderin kurduğu tuzaklarda” diyerek kader temasını da işliyorsun. Kader ve özgür irade, şarkı yazarlığında nasıl bir rol oynuyor?

Kader nedir diyecek olursan, sanırım kader değiştiremeyeceğimiz her şeydir. Yani geçmişin tamamıdır öyleyse. Geleceğin ve bugünün de büyük olaylarıdır. 2008 malî krizi, örneğin, Beyoğlu’nda filizlenen yeni gruplar için kaderdi, bir devrin battığı yerdi. Gönlün Ay’da olması ise sanırım çok uzak, soğuk ve hatta ölmüş bir şeye duyulan bir özlem gibi. Ay Dünya’nın ikiz kardeşiydi biliyorsun, Dünya onu kendi elleriyle öldürdü. Ve onun da hatta biraz boynu bükük kaldı bu çarpışma hadisesinden sonra. 

Özgür iradeye gelecek olursak, özgür irade fikri bana büyük ölçüde bir sanrı gibi geliyor. Hayır, geleneksel anlamda kadere falan inanmıyorum. Bir uzay-zaman perspektifi üzerinden de bu kurguyu yapmıyorum. Bizim açımızdan gerçek olan tek zaman, şimdi. Yani zaman bence gerçekten ilerliyor, biz gerçekten seçimler yapıyoruz. Özgür iradenin bana sanrı gibi gelmesinin sebebi benliğin tekilliğine inanmıyor olmam; benlik benim görebildiğim kadarıyla sürekli kaynayan kaotik bir çorba. O kaosun tahmin edilemezliği ve kendine haslığı, sizin o beyninizin içerisinde öyle yekpare bir varlık olduğunuz ve her şeyden özgürce seçimler yaptığınız sanrısını yaratsa da en alakasız bir tepkinizin bile 25 yıl önce annenizin size söylediği bir şeyden kaynaklanıyor olabileceğini düşünün. E, neyden özgür o zaman bu irade? Kendi deneyimlerinden özgür mü? Kendi deneyimlerinizin zaten büyük kısmını kontrolünüz dışındaki şeyler oluşturuyor: aileniz, ilk aşkınız, ne bileyim, ülkeniz… Haliyle kontrolünüz dışındaki şeylerle dolmuş oluyorsunuz ve bu birikimden bağımsız bir seçim de yapamıyorsunuz. Hangi noktada özgür şimdi bu irade, neyden özgür? Hepimiz süregiden zincirleme kazalar gibiyiz, hepsi bu.

Siyah Lotus, müzikal anlamda bu albümde en sevdiğim parça diyebilirim! Enstrümantasyonun da etkisiyle, tehlikeyle iç içe geçmiş güzelliğin esrarengiz ve unutulmaz bir melodisini müthiş etkileyici bir şekilde yaratıyorsun. Siyah lotus hem çekici hem de yıkıcı bir gücü sembolize ediyor gibi görünüyor. Bir önceki soruda olduğu gibi, burada da yaşam, ölüm ve seçim arasındaki bu etkileşimlere nasıl baktığını merak ediyorum.

Gerçekten güzel bir parça, ben de severim. Ellerime sağlık. Senin sorularına yanıt verecek şey, Jung’un Anima & Animus’u. Bu, özetle, kişisel psişenin ötesine geçerek kime âşık olacağınızı belirleyen bir yönümüz diyeyim. Çoğunlukla bize zarar verecek kişileri seçiyor ve varoluş amacı bizi geliştirmek, Jung’a göre. Fakat onun anlatısında dahi kolaylıkla kontrolden çıkıp bizi yok etmeye çalışabiliyor. Siyah Lotus aslında “zehirli sarmaşık” gibi İngilizce bir deyiş, masum gibi görünebilen ama özünde kötücül birisini tanımlamak için kullanılıyor. Ben gerçek birisini anlatıyorum fakat onu bir tür kami olarak anlatıyorum, biraz stilize ediyorum sanırım. Mitolojik bir hâle getiriyorum. Çünkü biliyorum ki, onun türüyle karşılaşan tek kişi değilim. Magic the Gathering isimli klasik FRP kart oyununun Kamigawa ekinde yer alan Animus of Night’s Reach kartı bu ilhamı verdi bana. Jung’un yazıları ve incelemelerinin adeta bir özeti gibi, Tuan Duong Chu’nun bu eserine bakarken senin sorundaki nüansa da yanıt verecek ipuçları var. Animus’un bileklerindeki ince neon kuklacı iplikleri ve arkasında yer alan hayaletimsi figür gibi. “Neden bilmez sis getiren / Siyah lotus”.

Magic the Gathering’s Kamigawa: Neon Dynasty ekinden Animus of Night’s Reach kartı.
İllüstrasyon: Tuan Duong Chu

Gölgeler ile, kendimizin bile tam olarak anlamadığı ya da kontrol edemediği yanlarımızın temsil ettiği karanlık, iç gözlemsel bir yolculuğa dalıyoruz. Şarkı sözleri, özellikle de “Kayboldum kendimde”, kişinin kendi zihninde hapsolduğu hissini uyandırırken gölgelerin yer değiştirmesi ve kaynaşması içsel kargaşaya işaret ediyor. Yani, bir iç çatışma hissi aşikar. Sendeki bu derin kendine yabancılaşma hissini besleyen sebeplerin neler olduğunu söyleyebilirsin?

Yok, kendime yabancılaşma hali değil bence, hatta onun tam zıttı. Bir tür tamamlanma hali. Süreç pek keyifli değil ve öncelikle bir parçalanma hali, bunu kabul ediyorum ama o süreç nihayete eriyor. Yani şarkının konusu bu parçalanma değil, parçalanma hali bu tamamlanma sürecinin bir evresi. İç çatışma zaten sürekli var olan bir şeydir, insanlar şimdilerde “Kendinle savaşı asla kazanamazsın” falan diyorlar sürekli ve bundan kaçınıp bunu erteleyerek derin tutarsızlıkları görmezden gelmeyi birbirine öğütlüyorlar ama bunun kendisi de sürekli bir mücadele hâli. Korkakça ve anlamsız bir mücadele hali. Sürekli zihninizi bir şeylerle meşgul ederek kendine dönüp bakmasını engellemeye çalışıyorsunuz. Bence asıl yabancılaşma bu. Üstelik bence “Kendinle savaşı kazanamazsın” argümanı da inanılmaz bir oksimoron, yani öyle bir önerme ki, insanın “Kazandım” diye bir not bırakıp kafasına sıkası geliyor.

Yolun Sonunda, “Dünya artık hiç umrumda değil” gibi dizelerle bir ilgisizlik ve dünyadan kopma hissi yayıyor. Her şeyin kaçınılmaz olarak toza dönüşeceği tartışmasında, şarkının içinde kabulleniş değilse bile bir teslimiyet var. Bu parçada özellikle “X faktör” atfını ilgi çekici buldum. Bu “X faktörü”nü ve şarkının kopuş anlatısındaki yerini nasıl ifade edersin?

Nasıl diyordu Mission’ın Ville Vallo’yla yaptığı geri dönüş parçasında: “Tanıştım aşkla / Dönüştüm / Siyah bir yıldız doğdu cennette”. Dünyanın Sonundan Manzaralar‘ın tamamında adeta ince bir tülün ardına gizlenmiş bir hikaye var. Yaşanmışlıklar var ve geçmişin yükleri… Aşkın acısını tatmamış besteci olur mu? Benimkininse acısı ölümcül bir zehirdi. Kopuş anlatısının bir parçası değil X faktör orada, bir sesleniş. 

“Dünyanın Sonundan Manzaralar” albümünün son parçasının Evren Fark Etmedi olması oldukça manidar. Bir önceki şarkının devamı niteliğinde, yolculuk motifini sürdüren bu parçada hepimiz bir yolda olsak da nihayetinde eylemlerimizin büyük şemada fark edilmediğini öne sürüyorsun. Belki de buna, “dünyanın sonuna yolculuk” demek mümkün. Buna sen ne dersin?

Her şeyin sona erecek, unutulup gidecek olması, tüm insanlık tarihinin aslında küçücük bir ayrıntıdan ibaret olması fikri beni çok açık bir şekilde rahatlatıyor. Yani pasif tarafta değilim. Pozitif tarafta da değilim, çünkü beni özgürleştirmiyor bu. Şeyi özgürleştirmiş ama, nasıldı o şarkı, “Ölümlü dünya, ölümlü insan / Ha alim olsan ha zalim olsan”… Bayağı etik açıdan sınırları kaldırmış; boşver, sen zalim ol diyor. Yok efendim, ben alim olacağım.

Nugo Sebil. Fotoğraf: İsa Çakır

Tüm bunları konuşmuşken, Kargalar’ın yolculuğunu da merak ediyorum elbette. Canlı performanslar veya Kargalar’ın geleceğine dair aklında planlar var mı?

Tabii çoğu müzisyen hayatını müzikle sürdürmeye çalıştığı için hep bir planı oluyor. Olmak zorunda. Para yoksa bile umut olmalı. Benim bir umudum ya da bir gayem yok. Bundan sonrası ne olur, bilmiyorum haliyle. 2025’te Kargalar’a ismini veren şarkıyı yeniden çıkaracağım, şu an tek planım bu. Yani bir sonraki planım Kargalar’la ilgili ama bir Kumadam şarkısı. 

Son olarak, benim sorularım dışında eklemek istediklerin var mı?

Evet, son olarak sana teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’de para karşılığı olmayan bir şey yapmak çok zor, insanın ne zamanı ne enerjisi kalıyor. Böyle bir şeyi böyle bir adanmışlıkla, tamamen karşılıksız olarak yapmak inanılmaz kıymetli bir şey. Yani müzik hakkında konuşacağız diye geldik, felsefe seminerine döndü, böyle bir içi doluluk. Harikasın. Benim için de çok iyi oldu. Umarım uzun yıllar boyunca okumaya devam ederiz.

Söyleşi serisinin sonraki bölümlerinde hangi isimlerle bir araya gelmemizi istediğini Kara Kadans Instagram ve Bluesky hesaplarını takip ederek paylaşmayı unutma. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!