Belli müzik türleri erkek egemen bir hareket olarak nadiren açıkça tanımlansa da “müzikte kadınlar” gibi terimler genellikle alanın erkeklere ait olduğu algısını pekiştirerek kadınların katılımını anormallik olarak çerçeveler. Bu “bölgesel işaretleme”, kadınların normdan sapmalarının yıkıcı eylemler olarak ele alındığı toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin daha geniş toplumsal görüşleri yansıtır (Whiteley 1997). Bununla birlikte, kadınların katkıları müzik basınındaki baskın anlatılar tarafından sıklıkla marjinelleştirilmiş ya da yanlış temsil edilmiştir. 

Post-punk’ta kadın varlığını, yukarıda sözü geçen ayrışmayı pekiştirmek değil müzik dünyasının cinsiyetçi atmosferine eleştirel yaklaşımlar geliştirmek ve kadın müzisyenlerin post-punk’a katkılarını öne çıkarmak için bu yazıda ele alıyorum. Post-punk’ın kadınlarının müzikal özgünlük, yıkıcılık, politik ve cinsel olarak kendini ifade etmenin kaynakları haline nasıl geldiklerini ve bunu yapma yeteneklerinin, tamamı kadınlardan oluşan grupların bir parçası olarak yaratma ve performans sergileme fırsatıyla nasıl kolaylaştırıldığını özetliyorum. Metinde, Julia Downes’un editörlüğünde 2012’de yayımlanan Women Make Noise: Girl Bands from the Motown to the Modern adlı kitapta yer alan ve Rhian E. Jones tarafından yazılan “Post-Punk: Raw, Female Sound” başlıklı makaleden yararlanıyorum.

Benzersiz veya sorunu kökten çözen bir hareket olmasa da 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında post-punk, kadınların, uzun süredir erkek anlatılarının ve toplumsal cinsiyet beklentilerinin hâkim olduğu bir sektöre girmesini ve bu sektörü yeniden şekillendirmesini sağladı. Çağdaşı olduğu pek çok müzik türünün aksine post-punk’ın kendin yap etosu, kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin kısıtlamalarından uzak, kendilerini özgün bir şekilde ifade etmelerine olanak tanıyan kapsayıcı bir alan yarattı. Müzikolog Caroline O’Meara’nın belirttiği gibi, bu akımın erişilebilirliği ve kendini ifade etmeye yaptığı vurgu, kadınlara yalnızca katılım değil müzik yaratımı ve performansındaki rollerini yeniden tanımlama fırsatı verdi (O’Meara 2003: 303). Bu sayede post-punk dönemi, müzikteki kadınlar için yalnızca sayısal olarak değil, aynı zamanda etki açısından da dönüştürücü bir anı temsil ediyordu. Sanatçı, hayran ve eleştirmen olarak artan sayıda kadın temsiline ek olarak bu dönüştürücü etki, müziğin ötesine geçerek twee, riot grrrl, grunge ve elektro gibi daha sonraki kadın dostu hareketler için de bir temel oluşturdu. 

The Slits’ten basçı Tessa Pollitt, vokalist Ari Up ve davulcu Paloma Palmolive Romero, Chariton, Manchester’da Oaks pub’ın sahne Arkasında. 28 Nisan 1977. (Fotoğraf: Kevin Cummins/Getty Images)

Punk’ın mirasını sürdüren, kendin yap kültürünü ve erişilebilirliği temel alan post-punk kadınları, kadın deneyiminin karmaşıklığını aktaran ses ve sözlerle deneyler yaparak yaratıcılığı, o zaman henüz keşfedilmemiş bir alana taşıdı. Bu deneysel alanda kadınlar, dönemin popüler müziğinde nadiren tasvir edilen yaşam yönlerini ele alabildi, otantik ve genellikle politik bir ifade biçimi geliştirdi. The Slits’ten Tessa Pollitt bu sesi, “yeni, ham ve dişi” olarak tanımlıyordu. Bana soracak olursanız, bunu sadece “dişi”likle özdeşleştirmek eksik kalır. Çünkü bu özgün hareketin utanç, beceriksizlik ve kaygı gibi duyguları da kucaklayan doğası, cilalı ana akım müzikten radikal bir ayrışma göstererek çağdaşı olan pek çok başka müzisyen için de son derece dönüştürücü olmuştur.

Bu yazıda sözü edilen bazı isimler popüler bilinçte diğerlerinden daha kalıcı bir yer edinirken bazıları ise görece kısa süreli hayatlarına rağmen kulağa hâlâ ilginç ve yenilikçi gelmeye devam ediyor. Bu ilk grubun içine, punk’ı reggae ve dub ile harmanlayan, sahnedeki ve sahne dışındaki çatışmacı varlıklarıyla kendilerinden sonra gelen pek çok kadına ilham kaynağı olan The Slits; New York sahnesinin duayeni, müzisyen, yazar, sanatçı ve aktris Lydia Lunch; ve nazik ama devrimci müzikleriyle kadın merkezli rock’ın çarpıcı ve ikna edici bir türüne öncülük eden, Gina Birch ve Ana da Silva ortaklığına dayanan The Raincoats; ESG; ve öncü poliritmleri ile rock, serbest caz ve Velvet Underground’u harmanlayan Londra merkezli New York üçlüsü Ut gibi derin etkileri olan isimleri dahil edebiliriz. Tamamen kadınlardan oluşan ya da kadın üyeleri öne çıkan diğer post-punk grupları arasından, İngiltere’den Delta 5, The Au Pairs, The Mo-dettes ve Ludus; New York No Wave gruplarından Bush Tetras, Mars, the Bloods, DNA, Daily Life ve Y Pants; İsviçre’den LiLiPUT ve Chin Chin, Almanya’dan Malaria! ve Hollanda’dan Nixe ise belki daha az bilinir ancak daha az önemli oldukları söylenemez. 

Çünkü post-punk kadınları için yaratıcı özgürlüğün çoğu zaman bir bedeli vardı. Çalışmaları ve görünüşleri iki ucu keskin bir kılıçla inceleniyordu: katılımları, yenilikçi yönleri nedeniyle kutlanırken toplumun kadınlık beklentilerini “ihlal ettikleri” için yargılanmalarına da yol açıyordu. Bu kadınlar “yıkıcı” kimlikleri benimseyerek müziğin ataerkilliği sorgulayan ve ona direnen bir araç olabileceğini gösterirken kadınlar arasında kolektif eylem ve dayanışmayı da teşvik ediyordu (O’Meara 2003: 304). Kişisel olan politikleşiyor; kadınlar kimlik, cinsellik ve ilişkiler gibi temaları belirgin bir feminist bakış açısıyla keşfetmeye başlıyordu. Müzikleri, ana akım kültürde teşvik edilen parlak kadınlık imajlarını reddederek ve “işçi, eş ve tüketici” olarak beklenen rollere alternatifler sunarak kültürel stereotiplere karşı bir duruş sergiliyordu. 

Kadın olmak; hem kadın gibi hissetmek, kadın gibi ifade etmek hem de (en azından şimdilik) bir kadına ‘olması gerektiği’ söylenen şeye karşı tepki göstermektir. Bu çelişki hayatlarımızda kaos yaratır ve eğer gerçek olmak istiyorsak, bize dayatılanları göz ardı etmeli, hayatlarımızı yeni bir şekilde yaratmalıyız. Size sürekli önerilen oyunları oynamaktan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışmak önemlidir.

– Ana da Silva, vokal ve gitar, The Raincoats

The Slits’in kurucusu Paloma ‘Palmolive’ Romero’nun hayat hikayesi, en etkileyici örneklerden birini oluşturuyor. Romero, 1972’de henüz 17 yaşındayken İspanya’dan Londra’ya taşınıp kısıtlayıcı bir siyasi ve ailevi geçmişi geride bıraktı. The Sex Pistols’tan Sid Vicious’ın da aralarında olduğu bir başka grupta davulcu olarak kısa bir süre çalıştıktan sonra kendi grubunu kurmaya karar verdi ve The Slits’i bir araya getirdi. İlk şarkılarından birkaçını yazdıktan ve 1977 Peel Sessions’a katıldıktan sonra gruptan ayrılsa da Palmolive Romero, The Raincoats’a katılarak post-punk’ta öncü ve etkili bir miras bırakmayı başardı. The Raincoats’tan Gina Birch, henüz öğrenciyken sahnede izlediği The Slits’in üzerinde bıraktığı etkiyi ve kendi grubunu kurmak için aldığı ilhamı şöyle anlatıyor: “Olağanüstü ve bir şekilde çok yapılabilir görünüyordu. Yapıp yapamayacağımı bilmiyordum ama aniden bir olasılık belirdi. Gruptan öyle çok ilham aldım ki, bir gitar dükkanına girdim ve ne yaptığımı bilmeden ellerindeki en ucuz bası satın aldım.” 

Bu anlamda, punk ve post-punk içinde eğitimsizlere de müzik yapmaları için sağlanan alan, post-punk kadınlarının grup kurma ve vokal dışı roller üstlenmelerini kolaylaştırdı. Çoğu, müzik eğitimi almamıştı ve enstrümanlarını yolda öğrendiler. Söz konusu olan, aynı zamanda hem toplumsal tabuların üstesinden gelme uğraşı hem de “toplum içinde çalmayı öğrenmenin” zahmetli süreci ve utancıydı. Buna rağmen birçok kadın müzisyen, bunlar karşısında pes etmeyerek duygu ve deneyimlerini söz ve müzikleri aracılığıyla aktarmayı seçtiler. Post-punk kadın müziğini; müzik yazarı Greil Marcus “düzensiz doğallık”, ünlü feminist film yapımcısı Mary Harron ise “spontane amatörlük” olarak tanımladı. Bunun nedenleri, genç kadın gruplarının organik ve spontane bir şekilde kurulmasında görülebilir. Bu süreç, katılım ve performansın teşvik edilmesi ve “show”un çok mistik olduğu iddia edilen taraflarının çözülmesine dayanmaktadır. Örneğin, New York’ta No Wave’in etkisiyle müzisyenler, önceki rock gelenekleriyle tüm bağları koparmayı ve müziği en temel unsurlarına indirgemeyi amaçlayarak yerleşik müzik tekniğini aktif olarak reddetmeyi bir erdem haline getirdi. Lydia Lunch, akor bilgisinden ve “rock’ta ölümüne kullanılan tüm o progression’lardan” kaçınarak bıçak ve bira şişeleri kullanarak gitar çalıyordu. Mars’tan Connie Burg barre ve diğer tüm akorları bildiğini ama aşağı yukarı hepsini geride bıraktığını söylüyordu. Zürihli grup LiLiPUT’a 1979’da katılan vokalist Astrid Spirig, her zaman yeni sesler aradıklarını “… dört saat gürültü ve kesinlikle müzik yok. Hepsini kaydettik. Sonra aniden fark ettik ki, vay canına, harika bir şey bir araya geliyordu. Kaseti geri sardık, o kısmı tekrar dinledik ve oradan devam ettik.” diyerek anlatıyordu. Ut da geliştirdikleri benzer ‘spontane besteleme’ yöntemini, “Bizim için asıl önemli olan, müziğe hizmet etmek ve her şeyi daha ileri götürmekti.” diye açıklıyordu. Mavis Bayton’ın feminist düşünceden beslenen 70’ler ve 80’ler grupları üzerine yaptığı çalışma, bu grupların yaratım ve performans anlayışlarının gruplar arası hiyerarşilerin ve dinleyici ile grup arasındaki engellerin yıkılmasını ve işbirliği ile karşılıklı desteği vurguladığını ortaya koyuyordu. Tüm bunların sonunda kadınlar, post-punk müzisyenliğinin deneysel, uyumsuz ve eklektik doğasına da eşsiz bir katkı sunmuş oluyordu.

Kişisel deneyimlerini güçlü ifadelere dönüştürerek gelecekteki feminist müzik hareketleri için zemin hazırlayan, korkusuz bir özgünlük ve radikal yaratıcılık mirası oluşturan post-punk kadınlarının birkaç şarkısına yakından bakalım. 

Delta 5’ın  Mind Your Own Business ve You, ve The Mo-dettes’in Two Can Play şarkıları ilişkileri özerklik ve kontrol mücadelesi olarak sergiledi. 

The Au Pairs’in Come Again şarkısı, kendilerini cinsel açıdan aydınlanmış “yeni erkekler” olarak görenlerin sözüm ona öz-bilinçli saçmalıklarını hicvetti. 

ESG’nin sert ve enerjik Erase You parçası, kadınların eylemliliğini ve bağımsızlığını kutladı. 

The Slits, Love und Romance ile geleneksel heteronormatif ilişkilerin sıradanlığını neşeyle alaya aldı, kendini mitleştiren Shoplifting ile tüketim karşılığının heyecanını anlattı, Typical Girls ile ana akım kadınlığı “başka bir pazarlama hilesi” olarak tanımladı ve şişmanlık, lekeler ve doğal kokularla ilgili endişe ve güvensizlikleri sert bir şekilde reddetti. 

Sözün özü; post-punk’ta kadınların mirası karmaşık ama hayatidir. Bu sanatçılar, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine ve kadınların sömürülmesine ışık tutmak için seslerini kullanarak, öngörülen kadınlığın sınırlarını açığa çıkardı. Etkileri müziğin çok ötesine geçerek yaratıcı direnişin, toplumsal cinsiyet ve iktidar meseleleriyle daha geniş bir kültürel hesaplaşmayı nasıl teşvik edebildiğini gösterdi. Katkıları müzik dünyasına ilham vermeye ve meydan okumaya devam ediyor ve hem kişisel hem de politik özgürleşme için bir araç olan sanatın güçlü bir kanıtı olarak ortada duruyor. 

Kleenex/LiLiPUT. Soldan sağa: Marlene Marder, Regula Sing, Lislot Ha ve Klaudia Schifferle. 
(Fotoğraf: Sam Mumenthaler)

The Young Lady’s Post-Punk Handbook 

Yazıyı sonlandırırken, biraz daha fazla kadın post-punk şarkısı dinlemek isteyenler için harika bir müzik arşivi işçiliği çıkaran Ian Manire’ın Musicophilia adlı blogunda 2009 ve 2017 yıllarında 4 bölüm olarak derlediği ve 55 şarkıyı bir araya getiren çalma listesini paylaşıyorum. Bazı parçalar Spotify’da yer almadığı için bu listeye ekleyemedim ancak miksleri indirmek ve derlemedeki tüm şarkıları dinlemek isterseniz the Complete and Expanded ‘Handbook’ Mixes web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Ian Manire’ın bu kılavuzu neden oluşturduğuna ve nasıl önemli bir iş yaptığına kendi sözleriyle bakarak bitirelim: 

Bu kılavuzdaki miksler, rock’n roll’un tartışmasız en az erkek-merkezli ve doymak bilmez bir şekilde her şeyi kapsayan biçimine bir giriş niteliğindedir: 70’lerin sonu ve 80’lerin başındaki post-punk.  Post-punk’ı genellikle 60’ların sonu ve 70’lerdeki aykırı müziğin sanatsal duyarlılıklarının bir uzantısı olarak görüyorum; ancak bu öncüller bile (bize Nico, Yoko Ono ve Brigitte Fontaine gibi önemli post-punk öncülleri verse de) erkek egemen üsluplarda çalışma eğilimindeydi.  Post-punk’ta hem politik hem de sanatsal bir ‘kadınsı/ feminist’ nitelik olduğu iddia edilebilir (kadınlar tarafından, ama aynı zamanda birçok erkek tarafından yapıldığı gibi); ve bu mikslerdeki müzik, bu yıllarda rock yorumuna getirilen yeni duyulmuş kadın niteliklerinin kanıtı olarak gösterilebilir.  Ancak benim için ilginç olan, post-punk kadınlarının kadınsı, erkeksi ve basitçe insanî niteliklerini özgürce ifade etmekte kendilerini tamamen özgür hissetmiş gibi görünmeleridir. Post-punk’ın çok az kadın müzisyeni ‘bir erkeğin oyununu oynuyor’, ana kanalın bir ‘versiyonunu’ sunuyor ya da erkeklerin ‘Rock Hatunu’ beklentilerine (kesinlikle sorunsuz, ironik olmayan bir şekilde) hizmet ediyor gibi görünüyor.  Bu figürler benim bu tür müziği anlamam için herhangi bir erkek kadar merkezi bir yere sahip.